Batum gezisi notları

Batum’a giderken uçakta arkadaşlarım Yasemin, eşi Mehmet anlata anlata bitiremiyor Batum’u...

İnsanları, yemekleri, Hacaburisi... Hep birlikte iniyoruz uçaktan. Tipik bir Karadeniz havası; yağdı yağacak bir yağmur ve gri
bir gökyüzü var tepemizde. Elinde kırmızı gül buketiyle
ve şahane Rize şivesiyle “Hoşgeldiniz” diyor Nugzar Mikaladze. Oldukça şık bir jeep’e binip ve bu güzel
şehri gezmek için yola koyuluyoruz...

Bize öncelikle Acaristan üzerine birkaç kısa bilgi vereyim. Türkiye’nin kuzeydoğusunda, Artvin ve Ardahan illerimizin sınırında ve Gürcistan’ın batısında yer alan özerk bir cumhuriyet... Ülkemize her anlamda tarih, din ve kültürel özellikleri sebebiyle yakınlığı olan bir devlet... Yönetim merkezi, Karadeniz kıyısında bir liman şehri olan Batum. Artvin’in Hopa ilçesinde bulunan Sarp sınır kapısı Batum’a açılıyor. Kapı komşu adeta.
Batum Havaalanı’na indiğimizde bizi Acaristan Özerk Devleti Başbakanı’nın Dışişleri Danışmanı Nugzar Mikaladze karşıladı. Daha havaalanından çıkarken, bize kuru baklava ikram eden iki tatlı çocuktan kalacağım süre boyunca yemek konusunda başıma neler geleceğinin sinyallerini aldım! Zaten Yasemin (Göksu) uçakta beni uyarmıştı. “Çok yemek yenir, misafirperverlerdir haberin olsun. Hacaburi’yi görünce kendini kaybetme sakın.”
Otele doğru yol alırken inşaat halinde bir şehirden adeta uçsuz bucaksız bir şantiyeden geçtiğimizi fark ettim. Hızla gelişen bir şehir. Yol boyunca daha sonradan Gürcü sofrasının en iyi “Tamada”sı olduğunu öğrendiğimiz Nugzar Bey bize şehirle ilgili bilgiler verirken bu kadar çok okaliptüs ağacı olmasının sebebinin, sulak bölgede bataklıkları kurutmada çok faydası olduğunu söylüyor. Deniz kıyısındaki büyük alanı gösterip “Burası bir bataklıktı, zengin iş adamlarımız destek olur ve her biri yeni bir değer bırakır” diye ekliyor. Akşama izleyeceğimiz su gösterisinin ve parkın yine böyle bir özel destekle inşa edildiğini söylüyor.

Acaristan’ın yukarı kesiminde Türkçe konuşuluyor

Gürcistan’da sofra adabına hayranlık uyandıracak şekilde dikkat ediliyor. Her sofranın en güzel konuşanı sofranın “Tamada”sı oluyor ve sofranın yöneticisi olarak geleneklerin uygulanmasından sorumlu oluyor. Tamada olmanın detaylarını (İkinci gün ben oldum) ve bize gösterdiği şahane Gürcü sofrasını tanıtmadan önce Acaristan Özerk Devleti hakkında anlattıklarına yer vereyim.
Öğrendiğimize göre Acaristan’ın nüfusu 300 bin civarında... Acaristan’ın yerli halkı, etnik olarak kendilerini Acar olarak tanımlamış ve bu kimlik tarih içerisinde Müslümanlıkla özdeşleştirmişler. Günlük yaşamda Gürcüce’nin farklı bir lehçesini konuşuyorlar. Ancak Acaristan’ın yukarı kesimi Türkçe de konuşuyor. Acarlar 4’üncü yüzyılda Romalılar aracılığıyla Hıristiyanlığı kabul etmiş. Fatih Sultan Mehmet ve Yavuz Sultan Selim dönemlerinde Osmanlı’nın Kafkasya bölgesini fethiyle birlikte, 15’inci yüzyıldan itibaren halkın tamamına yakını Müslümanlığı benimsemiş. Halkın önemli bir bölümü, 1878-1879 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından bölgenin Rusya’nın eline geçmesinden sonra Anadolu’ya göç etmiş. Bölgede kalan Müslüman halk; dini, kültürel ve arazi özerkliğiyle birlikte 1921’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti olan Gürcistan yönetimine bırakılmış.
Şehir tarihi boyunca özel iklimi sebebiyle hep bir tatil bölgesi olmuş. Çarlık süresince generallerin yazlık villaları hep Batum’da olmuş. Sovyetler döneminde ise kamplar buradaymış. Şimdi savaştan yeni çıkmış ve harıl harıl darbe almış binaları tamir eden karıncalar gibi çalışıyor Acarlar...

İçinden ve dışından peynir akan hacaburiler beni öldürüyor

Otele varıp bavulları bırakıyor ve Tamadamıza uyup Gürcü sofrasını tanımak için şehrin en meşhur restoranı Lazuri’ye gidiyoruz. Avlusuyla bahçesiyle her bir katında şahane sofraların kurulduğu eski bir Batum evi... Bahçede bir votka damıtma aleti var. Bulutların arasından yemyeşil tepeler ve ara sıra da kulesini gördüğümüz yapılar var ardımızda.
Nugzar Bey oldukça cömert ve çok coşkulu bir insan... Masaya oturduğumuzda iki masayı birleştirmelerini söylüyor ve ekliyor: “Bu tek masa bize yetmez, çok ayıp!” Gözlerim yerinden fırlayacak sanki, lakin yine de başıma geleceklerden habersizim. Masaya oturduğumuzda yemekler gelirken sofra hakkında bilgi vermeye başlıyor (Bu arada bu seyahatin Ramazan öncesi, Temmuz başında yapıldığını belirtmeliyim). Önce içkilerinden başlıyoruz öğrenmeye. “Gürcistan’da içki sarhoş olmak için içilmez” diye başlıyor söze. Ayrıca tek kişi içmenin çok büyük ayıp olduğunu anlatıyor. “İkram çok kutsaldır” diyor. “Her sofranın Tamada’sı konuşmaya başladığında masada kim olursa olsun, ister Başbakan ister Cumhurbaşkanı olsun dinlemeye başlar. Bu kutsal bir adettir. Her kadeh mutlaka bir şey için içiliyor. Asla boş boş içilmez” diyor. Tamadamız geleneği bozmuyor ve ilk kadehi böyle güzel günü bize verdiği için Tanrı’ya kaldırıyor. “Sovyetler Birliği döneminde hayat nasıldı?” diye soruyorum, “Batum yine turistik bir şehirdi” diye yanıt veriyor sayın tamada. “130-140 binlik bir nüfusa sahipti. Bir o kadar da turist gelirdi. Ancak özgürlük yoktu biliyorsunuz. Sınırda çok sıkı bir denetim vardı. Zordu yani hayat” diye ekliyor ve ikinci kadehi barış için kaldırıyor. İçinden ve dışından peynirler akan bu ekmekler yani hacaburiler beni öldürüyor. Ben böyle sofra görmedim. Her şeyden her tür pişmiş hâliyle donanmış masamızda çaresizce Nugzar Bey’e bakıyoruz. Gülüyor hâlimize. “Türkler hastalanır, ne kadar yaşarım doktor diye sorar; Gürcüler hastalanır ne zaman içeceğim doktor diye...”

Dünyanın en iyi üç botanik ormanından birini de ziyaret ettik

İkinci güne uyandığımızda Batum havası düne göre sıcak ve kuru. Güneş arada bir yüzünü gösteriyor. Serinlemenin yolu, sahilde deniz veya otellerin havuzları olmasına rağmen bizim tercihimiz dünyanın en güzel, en iyi üç botanik ormanından birini ziyaret etmekten yana oldu. Kentte ve çevresinde subtropikal bitkiler yetişiyor. Parklar, çay plantasyonları ve turunçgiller önemli yer tutuyor. En sıcak aylardan birinde gittiğimizi öğreniyoruz. Ancak yine de yağmur çiselemeye başlıyor da serinliyoruz. Çiseleyen yağmur altında dolaşırken binlerce ladinle, okaliptüsle, köknar ve çamla selamlaşıyoruz. Pavlonya da görüyoruz, sakura da. Çünkü 9 bölge oluşturmuşlar, dünyanın dört bir yanından getirilen ağaç ve fidanlarla... Her biri kategorilenmiş ve orman içine yayılmış pek çok yapıda çalışan 120 botanikçiye emanet edilmiş... Müthiş bir emek ve göz yaşartıcı bir tarih taşıyor bu orman. “Utangaç mimozayı gösterelim” diyorlar. Dokununca kapanan mimozayı bilirsiniz. Yasemin “Buna küstüm çiçeği derler” diyor.

Batum’da Türkler çok seviliyor ve Türkçe konuşmak bir ayrıcalık sayılıyor

Daha sonra şehre geri dönüyoruz. Temiz havanın bize bıraktığı baş ağrısıyla biraz gezelim istiyoruz. Şehirde büyük Sovyet bloklarının, yıpranmış bakımsız şu anki hâlleri içinizi burkacak olsa da, Sovyet mimarisinin kalıntısı opera binası, kilise gibi ihtişamsı binalar kendinizi Türkiye’den çok farklı bir ülkede olduğunuzu iliklerinize kadar hissettiriyor. Gürcistan’a ziyarete gelen Türkler çok seviliyor ve Türkçe konuşmak bir ayrıcalık sayılıyor.
İsa’nın 12 havarisinden Aziz Matthias’ın anıt mezarını barındıran Roma döneminden kalma Apsaros kalesi üçüncü gün durağımız oluyor. Kültür Bakanı’nın yardımcısı Aida Abuseridze bize kaleyi gezerken eşlik ediyor. Sonra tabii ki meşhur öğlen yemeklerinden birine geçiliyor. Nugzar Bey Tamada olma görevini bana veriyor. Akşam yemeğindeyse tesadüfen girdiğimiz Lavita Kafedeyiz. Dekorasyonu, içeride çalan müzik o kadar etkileyici ki... Az sonra büyük bir sürprizle karşılaşıyoruz. Mönüde yayla çorbası, bulgur pilavı gibi Türk yemekleri var. Nedeni ise mekanın sahiplerinin Türk olmasıymış.
Bir hafta sonunuzu Batum’a ayırın. Vize yok, uçuş kolay, yemekler şahane... Tarih daha da değişmeden zihninizin bir köşesine bugünü yazın...

İclal Aydın
 
 


Konular